Geçmişten günümüze "Sarayönü" -50

Geçmişten günümüze "Sarayönü" -50
Laodicea Combusta ve Başpiskopos Marcus Julıus EugenıusTarihin bir anahtarı olarak din, tarihsel süreç içinde farklı formlarda karşımıza çıksa bile, gücünü her daim korumuştur. Din, insanlığın varoluşsal gerçeğidir. Dinin...

Laodicea Combusta ve Başpiskopos Marcus Julıus Eugenıus

Tarihin bir anahtarı olarak din, tarihsel süreç içinde farklı formlarda karşımıza çıksa bile, gücünü her daim korumuştur. Din, insanlığın varoluşsal gerçeğidir. Dinin mevcudiyeti insanlığın yeryüzündeki tarihi ile başlar. İnsanlığın tarihte sahne almasıyla birlikte insanoğlu diğer varlıklardan farklı olarak içinde yaşadığı dünyadaki gelişmeleri merak etmiş ve perde arkasındaki gizemi çözmeye çalışmıştır. İnsanın, evrenin düzenini yorumlamada çektiği güçlük, balığın içinde bulunduğu suyu anlamada çektiği güçlüğe benzetilmiştir. Bu ilginin ilk sonuçlarını Neolitik Dönem’de elde etmeyi başarmıştır. Neolitik Dönem’de ortaya çıkan tarım, kutsal sayılmış ve insanlık kendisi için yeni bir anlayış kazandıran ruhsal bir uyanışla karşı karşıya kalmıştır. Toprağın, bütün yaratıkları- bitkiler, hayvanlar ve insanlar-tıpkı yaşayan rahim gibi içinde barındırdığını fark etmişler ve tohumların toprağın derinliklerine gömülmelerini izledikçe, farklı bir yaşam biçimine doğru yol aldıklarını gözlemlemişler ve gizli bir gücün varlığını keşfetmişlerdir. İnsanlar, kendileri ve dünyalarıyla ilgili yeni anlayışlar kazandıran büyük bir ruhsal uyanışa bu dönemde tanıklık etmişlerdir. İnsanoğlu, bütün evreni kaplayan yaratıcı bir enerjinin mevcudiyetini bu dönemde hissetmiştir.

Akılla donatılan tek varlık olan insanoğlu, aynı zamanda evrenin ve kendi varlığını üst bir iradeye bağlayan tek varlık olarak tüm tarih boyunca sorgulama, öğrenme çabası içinde olmuştur. Bundan dolayı insanlık tarihi hiç şüphesiz bir dinler tarihi olarak ta nitelendirilir. Bilimi, sanatı, felsefesi olmayan toplumlar tarihin her döneminde ortaya çıkmıştır ama hiçbir zaman dinsiz bir toplum tarihte var olmamıştır. Tarih, sosyal ve siyasi düzenin inşa edilmesi sürecinde, ahlak ve fazilet duygularının yükselişinde, ilim, edebiyat, hukuk, felsefe ve sanatların gelişmesinde, kültür ve medeniyetlerin teşekkülünde, vatan ve milliyet duygularının doğuşunda, din kadar derin ve etkin unsura şahit olunmamıştır.

Din, medeniyetlerin ruhu olarak tanımlanırken, diğer taraftan toplumun güçlü ve zayıf noktalarını belirleyen unsurların sanayileşmeden öte dinsel unsurların olduğunu dile getiren bilim insanları da olmuştur. Kültür ve medeniyetlerde belirleyici ana unsur dindir. İnsanoğlunun yüksek karakterini biçimlendirerek ulusların hayatına girer ve medeniyetlerin inşa edilmesi ile sona eren sürecin baş mimarı olur.

Lambrecht, tarihi deneysel psikoloji olmak dışında bir şey değildir diyerek tanımlar. Bu sözün geri planında insanları harekete geçiren ya da toplumun önderlerini aktif hale getiren unsurların başında psikolojik güçler olduğu gerçeğinin tarih tarafından hiçbir zaman göz ardı edilmediği ifade ediliyor. Bu güç, daima dinlerin özünde de var olmuş ve var olmaya devam edecektir. Bu bağlamda toplumları inşa eden, medeniyetleri şekillendiren din, hayata anlam ve gaye katarak insanın dünya üzerindeki varoluş sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Tarihin kapılarını açan din, ortaya çıktığı andan itibaren form ve ilkelerini sürekli olarak değiştirmesine rağmen gücünü daima korumuştur. Durkheim’e göre ‚ din, toplum gücünün ve kolektif ruhun tecellisidir.‛

HIRISTİYANLIK VE ANADOLU

Kültür ve medeniyetler tanımlanırken coğrafyanın rolü çoğunlukla ihmal edilmiştir.

F. Braudel, medeniyetlerin coğrafya tarafından dizayn edilen alanla ayrışmaz bir bağlantısı olduğuna vurgu yapar. Tarih, coğrafya olmadan anlaşılmaz. Coğrafya, jeopolitik için zemin hazırlar ve devletlerin ve toplumların taleplerine cevap verir. Bir ülkenin tarihsel rolünü belirleyen önemli faktörlerden birisi coğrafi alandır. Savaş ve barış zamanında önemini korur. Çünkü tek sabit kalan odur. Tarih boyunca devam eden politik ve siyasi mücadelelerin altında devletlerin değişmeyen coğrafi arzuları yatar. Napoleon Bonaparte ‚devletlerin politikaları onların coğrafyalarında yatar‛ ifadesi ile coğrafyanın bir toplumun inşasında aldığı rolün önemini belirtir.

Anadolu’da yıllardır yapılan kazılar “Ex Oriente Lux‛ sözünü ya da Anadolu’nun Doğu ile Batı arasında bir köprü olduğu görüşünü teyit eder. Anadolu kültürünün tarihin her hangi bir dönemine ait bu otokton karakteri hakkında özel bir açıklamaya gerek yoktur. Her şey aşikârdır ve bu toprakların coğrafi konumu Anadolu’ya bu ayrıcalığı kazandırmıştır. Ramsay’e göre Küçük Asya fiziki yapısı güçlü bir şekilde konumlanmış, benzersiz bir yapıya sahiptir. Sonsuz çeşitliliği içinde yüzyıllardır süren tarihsel bir zenginliği gözlemlerken değişimin temel ilkeleri doğrultusunda oluşmuş, coğrafi özelliklerinin etkisini hissedebildiğiniz güçlü bir birliktelik göze çarpar. W. M. Ramsay, coğrafyanın Anadolu’nun tarihsel rolünün arkasındaki rolünü şu ifadelerle özetler:

“Eğer coğrafya, bir ülkenin fiziki yapısı ve konumunun üzerinde yaşadığı insanlara etkisi ise bunu tanımlayabilecek tek ülkenin Küçük Asya’dır.”

Dünya tarihi Doğu’da başlar, Batı’da biter. Doğulular dünyanın çocukluğu iken, Grekler ve Romalılar gençliği ve yetişkinliğidir. Voltaire, bir filozofun dünya üzerinde olup biteni anlaması için bütün sanatların beşiği, Batı’nın her şeyi borçlu olduğu Doğu’ya yüzünü dönmesi gerektiğini hatırlatır. Bu medeniyet hareketi, Avrupa’dan Asya’ya ulaşılabilecek en kısa yol Anadolu olduğu için bu yolu kullanmak zorunda kalmıştır. Anadolu, Doğu-Batı hareketine ilaveten ve ilerleyen yıllarda B. İskender’in Doğu seferinde görüldüğü üzere Batı-Doğu hareketlerinde de etkin bir konumda tarihte sahne almıştır. Bu büyük köprüde medeniyetler arası yaşanan karşılıklı ilişki sonucu pek çok fikir ve düşüncenin gelişimi ortaya çıkmıştır. Anadolu, bu bağlamda karşıt güçler arasında sadece arabulucu, köprü vazifesi olmayıp, yaratıcı bir role bürünerek önemli bir ayağı temsil etmiştir. Erken Grek dünyası ve Doğu Akdeniz’in İlk Dönem tarihinde yaşanan etkileşim süreci bir şekilde Eski Çağ Anadolu tarihini içinde barındırır.

Ramsay, tüm bu saydığımız özelliklerinden dolayı Anadolu’yu şu sözlerle tanımlar: ‚ Günümüzde toprak olarak Türkiye’nin Asya kıtası tarafında kalan tarafları Eski Çağ’ın en zengin coğrafyasıdır.”

İnsanlık ile beraber gelişmiş bir olgu olan medeniyet, bütün toplumların, bütün dinlerin, bütün kültürlerin ortak katılımı ile oluşmuş bir bütün, bir sentez, bir bileşimdir. Medeniyetler karakteristik özellikler taşır. Şehirlilik, evrensellik ve çoğulculuk medeniyetin temel göstergeleridir. Kültürler gelişerek medeniyetleri oluştururlar. Medeniyetler de birbirlerini etkileyerek ortak değerler sistemini oluştururlar. Kültür özel, medeniyet genel; kültür milli, medeniyet ise milletler arasıdır. Anadolu ve Konya bu bağlamda sadece tek bir kültürün unsuru olarak tarihte rol almamış, pek çok medeniyete ev sahipliği yapmıştır.

Asya kıtası Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet, Budizm, Hinduizm vb. pek çok dinin doğduğu mekân olarak karşımıza çıkmıştır. Kudüs kökenli Doğu’lu bir din olan Hıristiyanlığın Batı’ya adım atmasında Anadolu sahip olduğu coğrafi konum sayesinde önemli bir rol üstlenmiş ve Erken Dönem Hıristiyanlık tarihinin pek çok evresi bu coğrafyada şekillenmiştir. Yeni Ahit’te bahsedilen olayların yaklaşık 3/2 si ya Anadolu’da ya da Yunanistan merkezlidir.

Başta Hz. Meryem olmak üzere Tarsus’lu Aziz Paul, Aziz Barnabas, Aziz Yuhanna, Noel Baba figürü olarak tüm dünyaca bilinen Aziz Nikola gibi Hristiyan figürlere, Bizans mimarisinin şaheseri sayılan Ayasofya, Efes’teki Meryem Ana Evi, Bizans resim sanatının son dönemine ait (14.yy) mozaik ve freskoları barındıran, kilise ve camii olarak kullanıldıktan sonra müzeye çevrilen Kariye Müzesi, Sümela Manastırı, Akdamar Kilisesi, Mor Gabriel Manastırı, Saint Pierre Kilisesi vb. yüzlerce Hristiyanlık ögeleri taşıyan farklı dönemlere ait dini yapılara ev sahipliği yapmaktadır. Efes, Kadıköy ve İznik, Hristiyanlığın temellerinin atıldığı pek çok konsile ev sahipliği yapmıştır. Aslında birer topluluk (cemaat) olan ve İncil’de Vahiy bölümünde adı geçen ve Yedi Kiliseler olarak adlandırılan Aziz Yuhanna tarafından yazılan mektupların gönderildiği Ephesus (Efes), Smyrna (Izmir), Laodikea ad Lycum (Goncali), Sardis (Sart), Pergamum (Bergama), Philadelphia (Alasehir) and Thyatira (Akhisar) Anadolu topraklarındadır.

Birinci yüzyılda Mesihçi bir hareket olarak ortaya çıkan Hıristiyanlık bir sonraki yüzyıl yani II. yüzyılda çok daha geniş çaplı dini bir harekete dönüşmüştür. İlk yüzyılda Yahudilik içinde bir hizip olarak görülen Hıristiyanlık, II. yüzyılda Yunan toplumundan gelen ihtidalarla Yahudilikten kopmaya başlamış ve Tarsuslu Paul ile başlayan Hıristiyanlığı Yunan toplumunda yayma çabaları başarıya ulaşmıştır.

Hıristiyanlık güçlenip yeni bir din olarak ortaya çıktıktan sonra Roma İmparatorluğu’nun da tavırlarında değişiklikler görülmeye başlanır. Antiochea piskoposu Ignatius’un Roma’da öldürülmesi, Roma’nın Hıristiyanlara karşı başlayan ilk hareketlerinden birisidir.

Bithynia Valisi Plinius, İmparator Traianus döneminde Hıristiyanlık dininde ısrar edenlerin, devlet otoritesine karşı gelenlerin öldürüldüğünü ifade eder. Hıristiyanlık II. yüzyılda ön plana çıkmaya başlayınca toplum tarafından bölücü bir unsur olarak görülmeye başlanmış ve pagan toplum, kendi değerlerini paylaşmayan Hıristiyanlar yüzünden gazaba uğrayacaklarını düşünmüşlerdir.

Hıristiyanların gizli toplantıları siyasal olarak şüphe uyandırmış ve II. Yüzyıl, Hıristiyanlığın ayrı bir din olarak ortaya çıktığı dönem olmuştur. III. Yüzyıl ve devamında Orta Anadolu’daki Hıristiyanlık yoğun fakat dağınık ve kimi zaman Yahudi ve pagan nüfusla birlikte yaşayan bir resim ortaya koyar. Bir şehir Hıristiyan iken komşu şehir pagan olabilir. Kuzey Isauria ve Lycaonia’da Hıristiyanlığın azınlıktan çoğunluğa doğru ilerleme safhası ise M.S. 220’den 3. yüzyılın sonuna doğru uzanan bir süreci kapsar.

Laodicea Catacecaumene ise muhtemelen bu dönemlerde Hıristiyanlıkla tanışmıştır. Hıristiyanlara karşı Diocletian (M.S. 284-305) ve arkadaşları tarafından sürdürülen baskı ve kovuşturmalar paganizmin son çırpınışlarıdır. Diocletian’ın baskıları Hıristiyanlık tarihinde yeni bir sayfanın açılmasına neden olmuş ve Constantin’in Milvian Köprüsü Savaşı’nı kazanması ve Licinius ile birlikte Milano Fermanı ilan etmeleri Hıristiyanlar aleyhine yürütülen yasaların son bulmasına ve Kilise’nin İmparatorlukta yeni bir sayfa açmasına neden olmuştur.

M.S. 3. yüzyılın İkinci yarısında Roma İmparatorluğu’nun Anadolu, Mısır ve Kuzey Afrika adlı 3 büyük bölgesinde yığınlar halinde Hıristiyanlığa dönüşler başlar. Hıristiyanlık bir şehir hareketinden evrensel bir harekete doğru yol almaktadır ve bu değişim Pagan ve Hıristiyanlar arasındaki dengeyi Hıristiyanlar lehine dönüştürmüştür. Constantin’in bu yeni dini tercih etmesi de oluşan bu yeni hareketin farkındalığının bir göstergesidir. IV. Yüzyılın ortalarında İmparatorluğun yarısı pagan olmasına rağmen Constantin döneminde Hıristiyanlara pek çok ayrıcalıklar tanınmıştır.

Bu dönemde Ege’den Fırat’a kadar olan safhada kesintisiz bir blok halinde bir resim sunan Hıristiyanlık, Küçük Asya’nın ‚das Christliche land (Hıristiyan toprağı)‛ olarak anılmasına yol açar. Hıristiyanlığın Küçük Asya’daki bu hali dağınık ve düzensiz olduğu için monokrom (tekrenkli) bir yapıdan ziyade kırk yamalı bir bohçaya benzetilir. Hıristiyanlık ve savaş konusunun incelendiği bir yazıda, Hıristiyanların savaşa karşı tutumları üç maddede özetlenir: ‚Pasif kalma (uzak durma), haklı savaş ve Haçlı Seferleri. Pasif kalma dönemi ilk dönem Hıristiyanların yaşadığı dönemdir.

Bu dönemden Constantin Dönemi’ne kadar savaştan olabildiğince uzak durmuşlardır. Constantin’le birlikte Devlet ve Kilise bir araya gelince 4. Ve 5.yüzyıllarda savaşa katılım artar. Haklı Savaş Dönemi’nde şeytanın devletin zorba gücüyle durdurulabileceği hesaplanmıştır.

Ortaçağ’la birlikte ise Kilise ve dini liderlerin önderliğinde oluşan Kutsal Savaş adı verilen Haçlı Seferleri başlar. Hıristiyanların savaş hakkında oluşturdukları üç temel davranış ilerleyen yıllarda farklı grup devlet ve mezheplerde görülmeye devam eder. Hıristiyanlık tarihinde ilerleyen yıllarda savaşa olan ilginin artması, pek çokları tarafından ilk yıllardaki saflığın kaybedilişi, Yeni Ahit’in en güzel yorumlandığı ilk yıllarda kopuş olarak nitelendirilir.